15 Aralık 2009 Salı

RÜZGARLA SAVRULAN YILLAR


Canım kardeşim,
güzel Wilmacığım'ın
bana 30. yaş günü hediyesini
Okumaktayım ;)

22 Ekim 2009 Perşembe

MAVİSİNİ YİTİRMİŞ YAŞAMAK



Ali Çolak
İnsan Yayınları
İstanbul, 1997, 13.5 x 19.5 cm., 142 sayfa, Türkçe.



Arka Kapak:

"Mavi işte, cıvıl cıvıl, kıpır kıpır mavi... deniz mavisi, kararsız ve hırçın. Aşk gibi, verem gibi işler içimize. Kah yeşile, kah su rengine dönüşerek çılgına çevirir insanı. Ah, gece mavisi... siyah saçlarına dolanmış karanlığın. Yaz akşamlarının iç serinliği, yıldız şavklarında gezinen şarkılar... Mavinin en koyusu, şehirli ve evcil olanı boncuk mavisidir. Çinilere işlenince sabırla büyülenen aşk ve sanat rengi. Ve turkuaz, mavinin yeşille oluşturduğu cümbüş... Maviler saymakla bitmez, masal gibi bir dünyanın içine çeker sizi..." Bu kitaptaki her yazıyı kendinize yazılmış bir mektup gibi görebilirsiniz. Doğrusu da böyledir. "Mavisini Yitirmiş Yaşamak", yazarın bir gazete köşesinden okurlarına gönderdiği mektuplardan oluşuyor. Her biri sevgi ile ve içtenlikle örülmüş denemelerden... kitabı okurken geçmiş zamanların kıyısında gezinecek, bakışlarınızı insanların, şehirlerin ve mevsimlerin gizlerine yönelteceksiniz.

8 Eylül 2009 Salı

İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ




Yazar: Lev Nikolayeviç Tolstoy
Yayın Evi: İletişim / Dünya Klasikleri - 20
Yayın Yılı: Eylül 2005
Sayfa Sayısı: 112


Arka Kapak:

Tolstoy’un, iyi bir hayat yaşadığını zanneden bir adamın, ölümün yaklaştığını anladıkça yavaş yavaş aslında yaşamamış olduğunu fark edişini büyük bir saflık ve şaşırtıcı bir samimiyetle anlattığı bu kısa ama büyük romanı...

“Başlardaki adı Bir Yargıcın Ölümü olan hikâyeye ilişkin fikir Tolstoy’un aklına, 1881’de Tula Mahkemesi’nde yargıçlık yapan İvan İlyiç Meşnikov’un öldüğünü duyduğunda gelmiş ve Tolstoy daha sonra Meşnikov’un kardeşinden olayın ayrıntılarını öğrenmişti. Kafasındaki asıl fikir, ölümle önce mücadele eden, sonra da kendisini ona bırakan bir adamın günlüğünü kaleme almaktı. Ama yavaş yavaş eğer üçüncü şahıs gözünden anlatılırsa, hikayenin trajik boyutunun derinlik kazanacağını gördü. Ve günlük, bir romana dönüştü.” (Henry Troyat)


Altı Çizili Satırlarım:


-Sanki ölüm sadece İvan İlyiç’in başına gelen bir talihsizlikmiş gibi, onun nasıl öldüğüyle ilgili ayrıntıları sormaya başladı.

-Karısı (Praskovya) İvan İlyiç’in çektiği acıları uzun uzun anlattıktan sonra Piotr bu acıların sadece Praskovya’nın sinirleri üstündeki etkilerini öğrenebilmişti.

-Henüz evleneli bir yıl bile olmamıştı ki İvan İlyiç, evliliğin insana küçük mutluluklar getiren zor bir iş olduğunu anladı.

-Aslında her şey pek zengin olmayan insanların zenginleri taklit etmesinden ibaretti…

-İvan İlyiç'i en çok üzen, herkesin yalan söylemesiydi. Sanki ölmek üzere değilmiş de yalnızca hastaymış, sabreder, tedavi görürse her şey düzelecekmiş gibi bir tavır takınıyorlardı. Oysa ne denli uğraşırlarsa uğraşsınlar durumun düzelmeyeceğini, üstelik ağrılarının artıp öleceğini adı gibi biliyordu. İşte herkes gibi onun da bildiği bu gerçeği örtbas ederek gözüne baka baka yalan söylemeleri, ayrıca bu yalana katılması için onu da zorlamaları onu kahrediyordu.

-Ölmek üzereyken çevresini saran bu yalanlar ne kadar aşağılıktı!

-Ölüm gibi korkunç, görkemli bir olayı günlük ziyaretler, ev eşyaları, yemek için alınan mersinbalığı türünden olağan şeylere indirgemeleri İvan İlyiç'e büyük bir azap veriyordu.

-İşin tuhafı, onlar böyle gözüne baka baka yalan söylerken kim bilir kaç kez, "Bırakın artık şu yalanları! Ölmek üzere olduğumu siz de biliyorsunuz, ben de. Hiç olmazsa yalan söylemeyin!" diye bağıracak olmuş, ama hiçbir zaman kendinde bu gücü bulamamıştı.

-Korkunç, feci bir şey olan ölüme çevresindekiler herhangi tatsız bir şey, hatta yakışıksız bir davranış gözüyle bakıyorlardı. Kalabalık bir salona girerken pis kokular saçan bir adammış gibi tavır takınıyorlardı ona karşı. Bütün bunları yaptıran da, İvan İlyiç’in hayatı boyunca sıkı sıkıya uyduğu nezaket kurallarıydı.

-Ona kimse acımıyordu, çünkü durumunu anlamak isteyen tek bir Allah’ın kulu yoktu. Yalnızca Gerasim her şeyi anlıyor, ona acıyordu. Bu yüzden İvan İlyiç yalnız Gerasim'le baş başa kaldığı zamanlar kendisini iyi hissediyordu. Bazen de birden bire senli benli konuşmaya başlıyordu: "Keşke hiç hasta olmasaydın. Yoksa sana hizmet etmekten kaçınır mıyım?" Yalan söylemeyen tek kişi Gerasim'di; işin aslını yalnız onun anladığı, gizlemeye gerek görmeden, eriyip giden efendisine açıkça acıdığı ortadaydı. Hatta bir keresinde, İvan İlyiç onu yatmaya gönderdiği sırada, "Hepimiz ölüp gideceğiz. Ne diye yardım etmekten yüksünelim!" deyivermişti. Gerasim bu sözlerle, ölmekte olan birine yardımdan kaçınmadığını, bir gün o da ölürken birinin ona yardım edeceğini söylemek istiyordu.

-İvan İlyiç'i üzen şey kimsenin ona, onun istediği gibi acımamasıydı. Çektiği uzun ıstırap dönemlerinden sonra öyle anlar oluyordu ki —bunu kendi kendine bile açıklamaktan utanıyordu- biri ona acısın, hem de hasta bir çocuğa acır gibi acısın istiyordu... Çocuklar gibi sevilip avutulmayı, okşanmayı, birilerinin başında oturup ona ağlamasını istiyordu. Yaşını başını almış, önemli bir yargıca böyle şeylerin yapılamayacağını bile bile istiyordu bunu...

-Gerasim'le yakınlığı ona az da olsa bu merhameti sağladığı için onun yanında avunabiliyordu. Evet, İvan İlyiç ağlamak, okşanmak ve başında ağlayanları görmek istiyordu. Ama onu yoklamaya gelen arkadaşı, mahkeme üyesi Şabak'a ağlayıp içini dökeceği yerde somurtuyor; sert, haşin bir tavır takınarak, sözü yargıtaya gönderilen bir karara getirip görüşünü şiddetle savunmaya başlıyordu. İvan İlyiç'in son günlerini en çok içindeki ve çevresindeki bu yalan zehirliyordu.



Şüphesiz ölüm ekseninde yazılmış en etkileyici edebi eserlerden biri… Kitapta altını çizdiğim satır, kenarını kıvırdığım sayfa çoktu fakat en fazla düşündüğüm, ağır bir hastanın, çevresindekilerin sürekli ona iyi olduğunu, iyileşeceğini söylemesinden duyduğu rahatsızlık, aslında duymak istediğinin merhamet dolu hatta acıyan kelimeler olduğu kısmıydı…

Gerçekten öyle midir merak ettim…

Yaşlı insanlar geldi aklıma “iyi görünüyorsun” dendiği zaman ağrılarını sızılarını sıralayıvermeleri bundan mıdır acaba? Moral verelim derken önemsenmediklerini mi hissettirmekteyiz onlara yoksa? Bilemedim, karar veremedim…

4 Eylül 2009 Cuma

KRALİÇENİN PİRELERİ




Yazar: Tarık Tufan
Yayınevi: Birun Kültür Sanat Yayıncılık
Yayın Yılı: 2003
Sayfa Sayısı: 190



Arka Kapak :

Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli baktığında. Şehrin her bir köşesini ve her köşesinde başka bir hayata dönüşen gölgeleri farkedebilmeli. Sahici olan ne varsa ve içinde yaşamak adına bir giz taşıyan ne varsa farkedebilmelisin. Böylece zaman senin kollarında uzamalı. Bazen akrebi sımsıkı avuçlarında tutmalısın. Kimi zaman da bir yelkovanın sırtında savaşmalısın ara sokakların içinde.

Gözlerin alabildiğine uzakları görebilmeli her baktığında. Gizli akıtılan gözyaşlarının, yarım kalmış hesabı hırslandırmalı yüreğini. Soğuk bir odada, eskimiş bir yatağa uzanmış ve kısık yanan bir lambaya saatler boyunca bakan bir adamın incinmişliğine dikkat kesilmelisin. Onurlu bir adamın incinmişliğiyle puslanmış sokaklarda yürüyüp ihanetin ayak izlerinde okumalısın hayatın kaypak yüzünü.

Çekip giden bir kadının geride bıraktığı son hicaz hüzünleri özenle toplamalısın odanın içinde. Bir kristal bardağı tutuyormuşçasına özenle toplamalı ve mümkün olduğunca gözlerden uzak tutmalısın.

Hırçın bir kuzey rüzgarı gibi esmeli bakışların kentin sokaklarında.


Altı Çizili Satırlarımdan...

"Şimdi bulabildiğim tüm soru cümlelerini üst üste yığıp, bulabildiğim en merhametli cevabın dizlerine yaslamak istiyorum başımı. Bulabildiğim en müşfik cümlenin önünde bir an olsun düşünmeksizin iyiden iyiye bitik, yorgun vücudumu yere bırakmak istiyorum. Uzanmak ve hangi günahtan kalma olduğunu kestiremediğim acıların yorgunluğunu bir parça olsun üzerimden atmak istiyorum. Uyumalıyım.”

“Hayatımın parçalarını nasıl bir araya getirebileceğim konusunda en küçük bir fikrim bile yok. Nerden başlamalı ki? Başı ve sonu iç içe geçmiş bir hikayede ortaya çıkacağı anı karıştırmış bir kahraman gibiyim. Nerede ortaya çıksam yanlış karedeyim.”


"Sabahları erkenden yola çıkıyorum. kargaları farkettim bir süredir. Kargaları sevmediğimi düşündüm. At kestanelerini gagalarıyla alıp yükseklere çıkıyorlar. Sonra yüksekten bırakıp kırılan at kestanelerinin içindekileri yemeye koyuluyorlar. İçinde ne varsa tüketmek istediğin birini, yükseklere çıkarıp tam da zirve sarhoşuyken yere bırakmayı ve istediğini alıp bir kenara fırlatmayı kargalardan öğrenmiş olabilir miyiz?"

2 Eylül 2009 Çarşamba

KUR'AN TERAPİSİ



Gizli Telkinle Kuran Terapisi
Bilinç Altını Yeniden İnşa Etmek


Yazar: Kubilay Aktaş
Yayınevi: Elest Yayınları
Yayın Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 160


Bilinçli davranışlarımızın çoğu aslında bilinçaltımızdaki dosyalardan çıkıyor.

Subliminal (gizli telkin) mesajlarla çocuk yaştan itibaren karşı karşıya kalıyor ve bilinçaltımızı günden güne kirletiyoruz. Bu kitap, bilinçaltı klasörleri kısa devre olmuş ve varlığın birliği ile diyalog kurmakta ciddi sorunlar yaşayan, içsel çatışma içinde olan, çözümler aramasına rağmen yine de kalbi tatmin olmayan insanlar için hazırlanmıştır. Amacımız, kirletilmiş ve sistemi allak bullak olmuş insanımızın bilinçaltını Kur'ân, Cevşen ve Celcelutiye üçlüsüyle yeniden inşâ etmektir.

• Bilinçaltı nedir, bilinci nasıl etkiler?

• Subliminal (gizli telkin) teknikler nelerdir, nasıl karşımıza çıkar?

• Kur'an, Cevşen ve Celcelutiye'nin bilinçaltını inşa etmekteki fonksiyonları nelerdir?

• Gizli telkinle beyin ve kalbin onarımı mümkün mü?


Kubilay Aktaş, manevi ilimlerdeki yirmi yıllık deneyimini bu kitapta istifadenize sunuyor.

Sevgili Kubilay Aktaş benim için sözü değerli, yazısı değerli; ne yazsa okuyacağım, ne söylese kıymet vereceğim araştırmacı-yazar abim...

Başka yoruma gerek yok sanırım :)

KİMYA HATUN


Yazar: Saide Kuts
Yayınevi: Sonsuz Kitap
Yayın Yılı: 2007
Sayfa Sayısı: 328


Arka Kapak:
Kocasının ölümünden sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi ile evlenen Kerra Hatun, yeni kocasının haremine yerleşir. Tabii sevgili kızı Kimya da onunladır. Kimya Hatun içine düştüğü bu yeni dünyada bir yandan kendini bulmaya çalışırken, diğer yandan da Mevlana'nın özel yaşamına şaşkınlıkla şahit olmaktadır...


Gerçekleri yansıtmağını, ciddi bir araştırma ürünü olmadığını düşünmem bir yana koyulacak olursa okuması keyifli, hoş bir kitap idi... Tavsiye eder miyim? Mevlana ve Şems hakkında tarihi ve de gerçek bilgiler edinebileceğinizi düşünüyorsanız, hayır; hoş zaman geçirebileceğiniz bir roman okumak istiyorsanız, evet :)

23 Ağustos 2009 Pazar

OKUYUCU VELİNİMETİMİZDİR




Yazar: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu


Yayınevi: İZ YAYINCILIK


Yayın Yılı: 2006


Sayfa Sayısı: 148

Arka Kapak:

Her şeyin birbirini tamamladığı bir dairenin içindeyiz. Birbirini tamamlarken, hapseden aynı zamanda. Beklerken bekleniriz.Özlerken özleniriz. Ağlarken ağlatırız. Bir uçtan bir uca sürer yolculuğumuz.Sonra başladığımız yere geri döneriz. Hem hiç gitmemişçesinedir bu geri geliş, hem hiç dönmemişçesine!. Daire tamamlandıkça hanemiz dolar. Ama doğru ama yanlış. Gâh davete icabet ederiz "okunulan" her sofraya oturdukça. Gâh "okuruz" tek tek herkesi davete icabet etsin diye. Herkes okuyan/okunan, okunan/okuyan olarak iz sürer. Eşitlendiğimiz pek çok payda var. Bu defa ortak payda okuyan ve okunan.Barbarosoğlu hepimizin adına cümleleri, klişeleri, şarkıları, okuyor. Hepimizin ağzına sakız olmuş cümlelerden zihnin haritasını çıkarmaya çalışıyor.

İKİ KİŞİLİK RÜYALAR



Yazar: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
Yayınevi: TİMAŞ YAYINLARI
Yayın Yılı: 2005
Sayfa Sayısı: 156

Arka Kapak:

Sulara anlatılacak rüyalardandı. Akan sular yoktu oysa. Su yerine kâğıt yetişti imdada. Okuyanlar önce duyduysalar, "İşte budur, ben de bu rüyanın tam şurasındayım" dediler. Böyle evler görmüşler, böyle bahçelerde yitirdikleri olmuştu. Ama kapıların bu kadar kendine açık ve bu kadar kendine kapalı olduğunu henüz bilmiyorlardı.
Şimdilik sadece fotoğraf ve arka kapak ekleyebildim, en kısa zamanda altı çizili satırlarımı da yazacağım burada;)

15 Ağustos 2009 Cumartesi

ACI DENİZ



Yazar: Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Yayınevi: İZ YAYINCILIK

Yayın Yılı: 2003

Sayfa Sayısı: 124

Arka Kapak:

Aynı zamanda sosyoloji doktoru olan yazar ihtimal iki bu disiplinden gelen bir bakış açısının da sahibi olarak, temelde modernleşme sürecinin hırpaladığı değerleri tevarüs etmeye aday bir insana yöneliyor.


Acı Deniz, giderek daralan. Kirlenen ve ikinci yarısı şiddetle ihmale uğramış bir dünyada iyi ve güzeli düşünmeye hakkımız olduğunu hüzünlü hem de çok hüzünlü bir dille hatırlatırken. Tercihini gelenekten yana koyuyor. Hoş geldin Acı Deniz. Yazarın o güzel cümlesiyle, "bahtınız açık olsun ey kitaplar".

Seviyorum Fatma Karabıyık Barbarasoğlu cümlelerini :)

2 Ağustos 2009 Pazar

ELVEDA GÜLSARI



Yayın Yılı: 1996
Sayfa Sayısı: 244

Cins ve ünlü bir yorga olan Gülsarı adındaki atın doğumundan, yaşlanarak ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat macerası, romanın ana konusu gibi görünür.
Tanabay gençliğinde hareketli bir hayat yaşamış, rejimin uygulamalarını hayata geçirebilmek için uğraşmış, iyi niyetli çalışkan bir adamdır. İkinci Dünya Savaşından dönünce mesleği olan demircilikle uğraşan Tanabay, çok sevdiği, saygı duyduğu Çora’nın ısrarı üzerine yılkıcılığa (at çobanlığı) başlar. Devraldığı sürüde Gülsarı isminde eşine ender rastlanacak çok değerli bir taypalma yorga at vardır. Tanabay bu atla bütün yarışlarda birinci gelir. Onun adını yörede duyurur. Bir gün bu at merkezden Çoranın yerine yeni tayin olan sekreterin bineği olamk üzere Tanabay’dan istenir. Tanabay önceleri dirense de vermek zorunda kalır. Lakin at her seferinde kaçıp eski sahibini bulmaktadır. Sekreterin adamları ata olmadık zulümler uygularlar, ayaklarına demir prangalar vururlar, eziyet ederler. Tanabay her şeye rağmen canla başla çalışarak sekreterliğin verdiği görevleri yerine getirmeye çalışır.
Bir defasında ondan yanına yardımcı gençler alarak koyun sürüleri ile uğraşması istenir. Tanabay kabul eder, Dağlarda, yaylalarda zor durumlarda kalır, işte burada eskilerin kullandıkları keçe çadırların çobanlık için ne kadar uygun olduğunu anlarken, gençliğinde bu çadırların kullanılmasına gösterdiği muhalefetten dolayı utanır. Ona koyunların kuzulayacakları zaman kullanması için tahsis edilen ağıl’ın viran durumda olması, hava şartlarının bozukluğu, yardım için yanına verilen gençlerin işi bırakıp gitmeleri, her seferinde daha fazla ürün isteyen merkez yöneticilerinin sorunlara ilgisiz kalmaları Tanabay’ın moralini bozar. O günlerde Çora’yla birlikte teftişe gelen müfettişe patlar, ona sadece konuştuklarını problemin çözümüne dair kafa yormadıklarını, hep daha fazla istemekten başka bir şey bilmediklerini söyler. Bunları söylerken kullandığı “yeni efendi” sözü onun devrim düşmanlığıyla yaftalanıp yargılanmasına ve partiden atılmasına kadar varacaktır.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

UMUT Hayat Akan Bir Sudur



Yazar: Ayşe Kulin
Yayınevi: EVEREST YAYINLARI
Yayın Yılı: 2009
Sayfa Sayısı: 381
Arka Kapak:
Osmanlı’nın gözdesi Bosna bir imza ile elden çıkarken, Kulin ailesi Bosna'dan İstanbul'a göç ediyor, çöken imparatorluğun son maliye nazırı Ahmet Reşat sürgüne gidiyordu.
Sabahat ile Aram'ın aşkı ise tehcir olaylarının acısına yenik düşmeyecekti.
Yeni bir cumhuriyet, yeni bir şehir ve yeni bir yuva kurulurken hayat hep akan bir suydu Sitare, Muhittin ve herkes için...
Savaşlar, yıkımlar, sürgünlerin ardından Umut geliyor.
Umut "Hayat Akan Bir Sudur"da Kulin, Veda ile başladığı Osmanlı ailelerinin yaşamına, bu kez de Cumhuriyetin yeni kurulmakta olduğu sancılı yıllarda tanıklık ediyor. Akıp gitmekte olan günlük hayat derinden değişmekte, bu değişim aşklara, dostluklara, aile ilişkilerine, her şeye yansımaktadır.
Ayşe Kulin, bir kez daha okurlarına ellerinden bırakamayacakları, okuyup bitirdikten sonra anılarına katacakları bir armağan sunuyor.

Okuduğum ilk Ayşe Kulin romanı... İlk sayfasından itibaren keyifle okudum, bir çırpıda biitirdim... Yazarın diğer kitaplarını da merak ettim...

Yalnız... Sabahat ve Aram'a ne oldu? Tamam aşklarından vazgeçmediler de, kavuşabildiler mi? Sorumun cevabını alamadan kitabın son cümlesini okuduğumda hayal kırıklığına uğradım doğrusu... :)

36 BAHARI



Yazar: Fatma Bölek Gürel
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Yayın Yılı: 2000
Sayfa Sayısı: 198




Arka Kapak:

''Batmakta olan sonbahar güneşinin aydınlattığı ağaçlar, dar sokaklar ve renk renk evler, hepsi bana çok güzel göründü... Eğer yaşadığımız günlere değer kazandıran, anlam katan bir ülkümüz varsa, ona ulaşmak için yürüdüğümüz yollar, hatta zahmetli yürüyüşler bile bize bir mutluluk sunarlar.'' Cumhuriyetimizin gençlik yıllarıydı. Tüm yurtta umut yüklü, ılık bahar rüzgarları esiyordu. Çalışkan, yurtsever aydınlar, umutlar gerçek olsun diye uğraşıyorlardı. Bu kitap, 1936 yılında yaşanmış büyük bir aşkın ve o coşkunun romanı...
* * * * *
Kasabanın gözde bekarı doktor Kemal'in, 1917 devriminden kaçıp Türkiye'ye sığınan bir Rus ailesinin kızı Maria'ya duyduğu aşk, çevrelerindeki kişilerin -Pervin, Katia, Müzik Öğretmeni Niyazi, Halkevi başkanı Avukat Tahsin, Tahsin'in karısı Muazzez, Gazeteci Ziya, Üsküdarlı Hocanın kızı Saadet gibi kasaba sakinlerinin- ağzından aktarılıyor. Kemal ve Maria, Halkevi çalışmalarını birlikte sürdürürler ve aralarındaki yakınlaşma artar. Kemal çevre baskılarına aldırış etmez ama Maria ailesi ile birlikte Fransa'ya gitmeyi ve müzik eğitimini ilerletmeyi tercih eder.

EVLİLİK




Yazar: Danielle Steel
Yayınevi: İnkılap Kitabevi
Çevirmen: Nazan Tuncer
Sayfa sayısı: 448
Basım yeri ve tarihi: İstanbul / 2000 - Haziran




Arka Kapak:
Simon Steinberg ile Blaire Scott, Hollywood'un en saygın çiftleri arasındadır. Ünlü bir film yapımcısı olan Simon ile bol ödüllü bir televizyon dizisi yazarı olan Blaire, sürdürdükleri mutlu evlilikleri ile klişeleşmişHollywood yaşamına meydan okumaktadırlar. Mesleğinde çok parlak bir gelecek vaat eden küçük kızları genç fotomodel Samantha, tıp fakültesi öğrencisi oğulları Scott ve büyük kızları Allegra ile mutlu ve başarılı yaşamlarını sürdürürken pek çok soruna da göğüs germek zorundadırlar. Sanatçıların avukatlığını yapan yirmi dokuz yaşındaki Allegra Steinberg, vaktinin çoğunu mesleğine adadığı için özel hayatına çok az zaman ayırabilmektedir. Fakat bir gün New Yorklu bir yazarla karşılaşınca hayatı alt üst olur. Birden kendini evlilik planları yaparken bulur. Düğün töreni hazırlıkları sırasında küçük aksliikler, beklenmedik sürprizler ve giderek artan heyecan herkesi etkilemeye başladığında Allegra'nın düşünün gerçek anlamı da ortaya çıkar. Allegra için bütün bu seremoniler geçmişi ve geleceği arasında kurulan bir köprü gibidir. Annesi ve babası içinse, her evlilik gibi bu da onları bir arada tutan bağları kuvvetlendirecektir.

7 Temmuz 2009 Salı

2009'un İlk Yarısında Bak Ben Neler Okudum :)


















1- Ana / Pearl S.Buck

2- Ana / Maksim Gorki

3- Çocukluğumun Ak Saçları / Billur C. Yılmazyiğit

4- Çizgili Pijamalı Çocuk / John Boyne

5- Beni Anlayın / Ercan Nar

6- Aşk Risalesi / İbn Sina

7- Suskunlar / İhsan Oktay Anar

8- Çocuğumu Nasıl Yönlendirebilirim / Ahmet Maraşlı

9- Kadın Psikolojisi / Nevzat Tarhan

10- Uçurtma Avcısı / Khaled Hosseini

11- Bin Muhteşem Güneş / Khaled Hosseini

12- Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken / İclal Aydın

13- BirİnciSöz / Senai Demirci

14- Söz Yangını / Senai Demirci

15- Ay Terapisi / Mustafa Ulusoy

16- Nietzsche ve Babaannem / Mustafa Ulusoy

17- Aynalar Koridorunda Aşk / Mustafa Ulusoy

18- Giderken Bana Bir Şeyler Söyle / Mustafa Ulusoy

19- Gün Akşamsızdır / Fatma Karabıyık Babarosoğlu

20- Kur'an Terapisi / Kubilay Aktaş

21- Kahve Molası / İskender Pala

22- Türk Kahvesi / Bursa Anadolu Lisesi-Öyküler

23- Hayy Aksi / Esra Elönü

24- Evlilik / Danielle Steel

25- Yitik Cennet / Sezai Karakoç

NIETZSCHE VE BABAANNEM


Yazar : Mustafa Ulusoy
Yayınevi : Timaş Yayınları
Basım Tarihi: 03 - 2009
Sayfa Sayısı: 220

Arka Kapak:
Nietzsche felsefeciydi. Babaannemse yalnızca bu gezegende yaşayan biri. İlla ki bir etiket vermek gerekirse, ev hanımı.
Nietzsche, üniversitede ders verirdi. Babaannem, okuma yazma bilmezdi. Hayatında hiç okul yüzü görmemişti.
Çok tanınmış biriydi Nietzsche; bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannemse yalnızca kendi köyünde tanındı.
Nietzsche ve babaannem, aynı gezegenin misafiri ollar. İkisi de, bir anne ve babadan dünyaya geldiler. Aynı donanımlara sahiptiler. Ne Nietzsche'nin fazlası vardı, ne babaannemin eksiği.
İkisinin de bir karar vermesi gerekiyordu. Tercih etmedikleri bir dünyada, yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir 'tercih'te bulunmalıydılar. İşte o karar aşamasında yolları birbirinden ayrıldı. Aynı gezegenin iki yolcusu, iki ayrı yöne gitti.
Nietzsche kolay olanı seçti, babaannemse zor yolu.
Herkes, kendini çok iyi tanıdığını sanır ama en az tanıdığımız kendi ruhumuzdur. Mustafa Ulusoy 'Nietzsche ve Babaannem'de bu en insani ama aynı zamanda en çetin meseleyi irdeliyor. Hayatın anlamı, ölüm, hiçlik, sonsuzluk arzusu, hayata ve kendine yabancılaşma, mutsuzluk, anlaşılamama gibi bütün çağların ortak meselelerini her dönemin insanına cevap verecek bir saflıkla ele alıyor. Ve herkesin payına kendi iç dünyasındaki düğümleri çözmeye yardımcı olacak ipuçları düşüyor.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

GİDERKEN BANA BİR ŞEYLER SÖYLE * * * * *


İnsanın Temel Acıları Üçlemesi-2




Yazar: Mustafa Ulusoy
Yayınevi: TİMAŞ YAYINLARI
Yayın Yılı: 2008
Sayfa Sayısı: 272



İnsanların yolu iki şeye, aşka ve ölüme mutlaka düşer. İnsanın Temel Acıları üçlemesinin ilk romanı Aynalar Koridorunda Aşk'ta yolu aşka düşenlerin ruhsal durumlarını irdeleyen Psikiyatrist Mustafa Ulusoy, üçlemenin ikinci romanını da yolu ölüme düşen insanlar üzerine inşa ediyor. Aşkın güçsüzlüğüne karşın, ahlakın varlığa özen göstermek olduğunu temel alarak, özen gösterilen ilişkinin derin bir bağlanma sunduğunu söyleyerek. Mustafa Ulusoy bize ölümün yanında babalığı, yoksunluğu, kederi, dostluğu, öfkeyi, tanıklığı, varoluşsal işe yaramayı, yalnızlığı ama özellikle öykülerimizin yalnızlıktan ve sessizce ölmekten nasıl kurtulacağını anlatıyor. Ölümü gülümsetiyor Ulusoy; ölümün sonsuz bir ayrılık değil, sonsuz bir hayata açılan kapı olduğunu hissettiriyor.



Altı Çizili Satırlardan :
(Çizilmeyen pek az satır, köşesi katlanmayan pek az sayfa kaldı)

Ölümü düşünmeye başlamak, dilinizin sürekli dolgusu düşmüş bir dişe takılmasına benzer. Diliniz bir takıldı mı asla bırakamazsınız. Onu kurcalamak, çevresinde dönüp durmak zorundasınızdır. Zevkli olduğundan değil, aklınıza takılıp kaldığından...

***

“İnsanın ölümden korkar gibi görünmesi bir yanılsamadır. İnsan, aslında yokluktan, yokluğun getireceği sonsuz ayrılıktan özellikle de kendinden sonsuz ayrılmaktan korkar. Ölümse, hem ayıran hem birleştirendir. Ayrılmak için ölmek gerekir. Ama buluşmak için de ölmek gerekir. Ölüm gibi ikili bir yapısı olan başka bir durum yoktur. Bu yönüyle ölüm ikili, zıt bir duygu uyandırır insanda. Onu çekici kılan, cazip hale getiren, taçlandıran da budur.”

***

Dr. Mavi, odasının en sevdiği köşesine duran kutunun yanına giderek kapağını açtı ve bir çift eldiven çıkardı. Sağ tekini sağ eline giydi. Eldiveni taktığı elinin parmaklarını oynattı, masadaki bardağı tuttu, sonra bıraktı, ardından bir kalem aldı eline, bir şeyler yazdıktan sonra onu da masanın üzerine bıraktı. Sonra eldiveni sol eliyle sağ elinden çıkarıp masaya bırakıverdi. Eldiven masaya yığıldı. sonra yine sağ elinin parmaklarını oynattı, tekrar bardağı tuttu ve masaya bıraktı, yine kalemi eline aldı, onu da bıraktı.

"İşte" dedi, eldiven insannın bedenini temsil ediyor, parmaklar ise ruhunu. Ölürken, sol elimin yaptığı gibi bir melek gelir ve bedeni ruhtan ayırır. bedenin yaşamı ruha bağlıdır. Eldivenin hareketinin, parmaklara bağlı olması gibi. beden, eldiven gibi hareketsizleşir, cansızlaşır, yığılır kalır. Ama parmaklar canlılığını ve hareketliliğini devam ettirir. ...........

***

Büyük suskunluk. Bağırış, çağırış, haykırışlar arasında gizlenen küçüklerin büyük acıları. Genelde ölümlerde yaşanır ama sair zamanda da açığa çıkabilir büyük suskunluk. Temel nedeni, yetişkinlerin çocukların acı çekebileceği gerçeğini görmezden gelmeleridir.

***

Hayatımızın en temel acısı ne ölümdü ne ayrılık. Hayatı cehenneme çeviren sonsuz ayrılık fikriydi. Bazı insanlar ölümle gelen ayrılığın geçici olduğuna inanırken, bazıları bunu sonsuz bir ayrılık olarak gördüler.

Geçici ayrılığın hüzün içermediğini iddia edecek değilim. Ama bu yakıcı bir hüzün değildi. İçinde kavuşmanın umudunu da barındıran bir hüzün. ...........

Ölümü düşünmeyen, ölümden ürkmeyen okumasa da olur. Çocuğuna toprağın altına gömülen bedenleri açıklamakta güçlük çekmeyenler de okumasın. Diğerleri için kurtarıcı olabilecek bir kitap! Yüreklere su serpen, ölümün gülen yüzünü gösteren bir bakış açısı...

Ben bu kitabı küçük oğlum bir hastane odasında, nefes alamadığı için çırpındığı günlerde okudum. Benim için apayrı bir ışık oldu. Sizinde aklınızı, gönlünüzü aydınlatmasını dilerim...

AYNALAR KORİDORUNDA AŞK * * * * *



İnsanın Temel Acıları Üçlemesi -1
Yazar: Mustafa Ulusoy
Yayınevi: TİMAŞ YAYINLARI
Yayın Yılı: 2008
Sayfa Sayısı: 231
Altı Çizili Satırlardan :
(Çizilmeyen pek az satır, köşesi katlanmayan pek az sayfa kaldı)
İnsan şaşkınsa yapması gereken şey durmaktır.

İnsan şaşkınlaşınca hayattaki yürüyüşünü yavaşlatır, sonra durur ve sanki büyük bir şey keşfetmiş gibi kendine sorar: Neden buradayım? Ne işim var burada? Kendisi ve çevresi o an insana yabancılaşır. Bir sis perdesi arkasından bakıyormuşçasına bakar hayata.

İnsanlar kendilerine acıma, en çok kendilerinin acı çektiğini anlatma yarışı içindeydiler. Hayattan memnun olmayan insanlarla dolu bir ortamda bulunun ve başınızın ağrıdığını söyleyin. En kötü baş ağrısını kendilerinin çektiklerini söyleyeceklerdir. “Sen geçen gün benim migren atağımı görecektin. Senin baş ağrın da bir şey mi?”

Kimse direkt olarak kendisine acıdığını söylemez. Bunu söylemenin en tercih edilen yolu şikayet etmektir. Sağlıklarından, yaşama koşullarından, hastalıklardan ve insan ilişkilerinden sürekli şikayet eden, her şeyi tenkit eden, memnuniyetsiz ve huzursuz insanlar genelde kendilerine acıyan insanlardır. Kendilerini hayatın içinde bir kurban, hep kötü şeyler yaşamış bir zavallı olarak görürler. Kendilerini değersiz gördükten sonra, değerli hiçbir şeyleri kalmaz.
Dr. Mavi kendine acımakta en çok çocukluk yaşantılarının, sonra da hastalıkların kullanıldığını görüyordu. ……………..

Hayatını şikayet etme üzerine kurmak ve onu bir kendine acıma tutumu haline getirmek narsistleşmiş benliğin oyunudur. …………… Varoluşun bir noktasında veya bütün noktalarında kendisine verileni benimseyip kabul etmek ve şükran duymak yerine daha fazlasını hak ettiğini iddia eden narsistleşmiş benlik, varoluşun her halini bir tenkit unsuru haline getirerek, tasarlamadığı bütün varoluş olanaklarını yok sayar.

Dünyaya, hayata, aşka ve tüm insan ilişkilerine bakışımı yenileyen bir yazar oldu Mustafa Ulusoy... Ve bu kitap; okudum, bitirdim, satırlar çizdim, sayfa köşeleri katladım, notlar aldım ama doyamadım, en az iki kere baştan sona dikkatle ve sükunetle okumam gerek...

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ANA


Yazar: Maksim Gorki

Yayınevi: Armoni Yayıncılık

Basım Tarihi : 2003

Sayfa Sayısı : 332

Arka Kapak:

Kocasının ölümünden sonra Ana, oğlu Pavel ile birlikte büyük bir yalnızlık ve yoksulluk içinde kalır. Fabrikada çalışmaya başlayan Pavel, zeki, kitaplara meraklı ve devrimci düşünceye eğilimli arkadaşları olan bir gençtir. Evine getirdiği arkadaşlarına verdiği söylevlerde Ana ilkin bir şey anlamasa da daha sonraları kendisinde özgürlük ve yaşama hakkı düşüncelerinin uyanışına tanık olur. Ve gün geçtikçe oğlu ile arkadaşlarının devrimci umutlarını paylaşır.Ana, roman kahramanının içinde bulunduğu sosyal koşulları yansıtması bakımından Gorki'nin eserleri arasında olduğu kadar Rus edebiyatında da bir ilkörnektir. Rus eleştirmenlerce "döneminin anıtsal kitabı" olarak değerlendirilen Ana, Rus proleteryasının devrimci mücadelesini sergileyen en önemli eserdir.İlk olarak Znanie dergisinde 1907-1908 yılları arasında tefrika edilen Ana, devrimci niteliği bakımından da Maksim Gorki'nin en önemli eserlerinden birisidir.

ANA



Yazar: Pearl S. Buck
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Basım Yeri / Tarihi : İstanbul / 1990,Ocak
Sayfa Sayısı: 251


Arka Kapak:
1938 Nobel-Edebiyat ödülünü kazanmış olan Pearl S. Buck, ömürlerinin kırk yılını Çin'de geçirmiş Amerikalı bir ana-babanın çocuğudur. İnsan ruhunun derinliklerine seslenen bu eserde, tek bir isim geçmez. Nine, Ana, Oğul, Koca. Bir köy ve birkaç köylü. Bu bir Çin köyüdür. Ama onu okurken, Çin'i unutacaksınız. ''Çinli Ana''yı değil, bizim Anadolumuzdan bir Ana'yı görür gibi olacaksınız. Eserin başından sonuna kadar ismini bile söylemeyen bu ''Adsız Ana'' ya, zaten sadece analığın canlı bir heykeli diye bakmak gerekir.
Hüzünlü bir hikaye, etkili bir anlatım... Elimden bırakamadığım kitaplardan biri oldu... Kadın her yerde kadın... Ana her yerde ana demek ki...

SUSKUNLAR



Yazar: İhsan Oktay Anar
Yayınevi: İletişim
Basım Tarihi / Yeri: Ekim 2007, İstanbul
Sayfa Sayısı: 269


Arka Kapak:
Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri... Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…
Ben kitaba konsantre olmakta zorlandım. Bir çırpıda okuyamadım. Sıkıldım zaman zaman... Dilinden değil hikayesinden sıkıldım... Vasat bir hikayenin güzel bir anlatımı diyebilirim...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK


Yazar: John Boyne
Yayınevi: Tudem Eğitim Hizmetleri
Çeviren: Tülin - Tayfun TÖRÜNER
Basım Yeri / Tarihi: İstanbul 2007 / Mayıs
Sayfa Sayısı: 208


Bu kitabı okumaya başladığınızda, Bruno adında dokuz yaşındaki bir çocukla bir yolculuğa çıkacaksınız (ama bu kitap dokuz yaşındakiler için değil). Ve er geç Bruno ile birlikte bir tel örgüye varacaksınız.Böyle tel örgüler dünyanın dört bir yanında var. Umarız asla rastlamak zorunda kalmazsınız.

Savaşın son derece çarpıcı yorumlanışı... Çok dokunaklı bir öykü, yalın, etkileyici. Finali çok ama çok sarsıcı...

ÇOCUKLUĞUMUN AK SAÇLARI


Yayınevi: Tera
Sayfa Sayısı: 162
Baskı Yılı: 2006


"Bir çocuğu anlamak için pedagoji ilmi hatmetmek gerekmez, çocuklar anlatır. Gerçek yüzlerinde ayakkabı kutusundan bozma Maskeler taşımaz çocuklar."

Birinci sınıftaki ilk örtmenimi düşündüm Yanlış oldu örtmenim dediğim için elime cetvelle vuruşunu. Yaptığı yanlış toplamaları, sol elle yazmama kızmasını, derste bir taraftan örgü örüp bir taraftan sorduğu soruları, ondan kurtulup fitnat örtmenimin sınıfına geçişimi... fitnat örtmenimi.


Anladıklarım söylediklerinden farklıydı.

Anladıklarım söylediklerinden farklıydı.

Anladıklarım söylediklerinden farklıydı.


"çocuklar büyüklerin belki de ölmeden bir süre önce anlayabildikleri doğruları bozulmamış bütünlüklerinin bilinçsiz gücüyle bilirler. Çocuk eğitimle, çabayla vs. ile ulaşılan ‘olağanüstü’ sonuçların doğal sahibidir. Her çocuk henüz parçalanmamış, bilgiyle donatılmamış, yaratıcı bir dahidir."

8 Mayıs 2009 Cuma

KADIN PSİKOLOJİSİ



Yazar : Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Yayınevi : NESİL YAYINLARI
Basım Tarihi - Yeri: 09/2008 - İSTANBUL
Sayfa Sayısı : 350


Psikolojik farklılıkların analizi *Kadın erkek ilişkileri *Kadınlara has ruhsal sorunlar *Kadınlarda görülen başlıca kişilik tipleri *Kadınlar neden daha çok konuşurlar? *Modernizmin dayattığı cinsiyet kimlikleri *Kadının sömürülmesi *Kadının ideal erkek tipi *Sorunla baş edebilme açısından kadın erkek farkı *Kadındaki beğenilme duygusu *Ev hanımlığı bir kabus mu? *Şiddet uygulanan kadında görülen rahatsızlıklar *Evliliğin belkemiği "biz" duygusu *Modern dünyanın poligamisi: Çok ilişkili evlilikler *Feminizmin evlilik üzerindeki etkileri *Terkedilme korkusu *Aşkta kadın erkek farkı *Annelik psikolojisi *Biyolojiden inanca kadın *Kadına ve erkeğe mizahi bir bakış ...


***


Toplumda yanlış geleneksel yargılarla kadın ikinci sınıf bir varlık gibi görülürken, modernizm cinselliği kadın politikası olarak sunuyordu. Kadını toplumsal yaşamdan dışlayan geleneksel eğilim, feminist tepki ile karşılaşınca kadın-erkek savaşlarına dönüşüyordu. Bu tartışma içerisinde kadınlar, erkek egemen kültürün şekil değiştirmiş rolleri arasında kurban ediliyor, evlilikler ve çocuklar heba oluyordu. Erkek egemen anlayış üzerine kurulu geleneksel yapı kadını baskılayıp annelik rolüyle sınırlarken, erkek feministler feminizmi daha çok kadınla beraber olma ve cinsel özgürlüğü çıkarlarına göre kullanma eğilimindeydiler. Peki bu ikilem kadının psikolojik doğasına nasıl tesir ediyordu? İşte bu soruya ve kadın psikolojisi ile ilgili diğer konulara ışık tutacak olan bu kitap, iki senelik bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Bu kitapta yer alan biyo-psiko-sosyo- spritüel ve politik sentezi ne yerli ne de yabancı yayınlar arasında bulamayacaksınız. Dünyanın daha yaşanabilir olmasına, kadının özgürlüğüne ve konforuna bir nebze de olsa katkı sunmaya çalışan Prof. Dr. Nevzat Tarhan’ın KADIN PSİKOLOJİSİ kitabı Nesil Yayınları arasında çıktı.

KAHVE MOLASI



Yazarı : İSKENDER PALA
Yayınevi: Kapı Yayınları
Basım Tarihi: 2002
Sayfa : 316
Bir kahve molasından meram, bir çift sözdür ki, o söz ruhumuzu dinlendirsin, dimağımızı sarhoş etsin. Hani denilmiştir: Gönül ne kahve ister ne kahvehane Gönül sohbet ister kahve bahane Bu kitabın içindekiler de bir kahve molasında okunabilecek, belki okumayı eğlenceye dönüştürebilecek küçük hikayeler, hatıralar, nükteler ve bercestelerden ibarettir. Bu satırlar arasında verilecek bir kahve molasında, yahut bir kahve içiminde olsun açılacak bu sayfalarda geçmiş zamanların neşeleri ve sevinçlerini, hüzünlerini ve acılarını görmek, hissetmek, yaşamak ve ibret almak, kahve tadında lezzetlerle tanışmak pekala mümkündür. Ve biz onları keşfettiğimiz vakit adını tarih koyarız.

AY TERAPİSİ - Psikoterapi Öyküleri



Yazar : MUSTAFA ULUSOY
Yayınevi : TİMAŞ YAYINLARI
Basım Tarihi - Yeri: 2007 - İstanbul
Sayfa Sayısı : 160
Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Haset o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Haset iki kişi arasında yaşanır. Haset eden haset edilenin elinde olan bir şeyi onun elinde olmasından huzursuzluk duyar ve onu kaybetmesini arzular. Kıskançlık da haset dayanır, ama kıskançlık duyan kişinin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Kişi, kendine duyulan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Seven ve sevilen iki kişi arasında bir üçüncü kişi girmiştir.
***
Kıskançlık hisseden kişi, elinde olanı yitirmekten korkar. Haset duyan kişi ise , kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğü için acı duyar. Hasetli kişi haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Ancak başkalarının sefaleti huzur verir ona. Bu yüzden, hasetli kişiyi tatmin etmeye yönelik her türlü çaba nafiledir. Kıskançlık bir noktada sevilen bir nesneyi koruma çabası olduğu, haset se başkalarının sefaleti istenir olduğundan, kıskançlık hasede göre daha masum bir duygu olarak kabul edilebilir. AY TERAPİSİ/Mustafa Ulusoy

SÖZYANGINI


Yayın Evi: TİMAŞ YAYINLARI
Yazar: SENAİ DEMİRCİ
Baskı Yılı: Şubat 2009
Sayfa Sayısı: 176
Sessiz ve sinsi bir yangını haber veriyorum size. Görünmez bir depremin enkazını resmediyorum. Nefeslerimizle harladığımız, hece hece alevlendirdiğimiz bir yangını körüklüyoruz ağzımızda. Dilimizin her kıpırtısında ürkütücü fay hatlarını tetikleyen zelzeleler büyütüyoruz odalarımızda. Sevaphanemizi yakıyoruz dilimizle.
İyiliklerimizi yerle bir ediyoruz dudağımızla. Kendi duruluğumuzu bulandırdığımız, kardeşlerimizi küçük düşürdüğümüz, doğrularımızı eğrilttiğimiz, yüzümüzü de sözümüzü de ikileştirdiğimiz "fiskos bombaları" döşüyoruz ağzımıza, aramıza, yuvamıza, sokağımıza...
Bir insan inandığını söylediğinde, kendisini Allah'la ilişkilendirir. Bir insan "mü'min" olduğunu beyan ettiğinde, artık Allah'la yaşamaktadır. O'nu kendine Vekil edinmiştir. O'nu kendine Velî edinmiştir. Mü'min, Allah'ın kulu olarak tanımlamıştır kendini. Öyle yaşar, öyle bilir ve öyle bilinsin ister. Vekil'i Allah olan ise dokunulmazdır. Velî'si Allah olana dil uzatılmaz. Kendini "Allah'ın kulu" olarak markalayan, o kutlu markanın ardındadır, onun kalitesi üzerine laf edilmez.
"Allah'ın kulu"nun hataları olabilir elbette. Ama o kulun Allah'ı, hatasından dönmesi için sabreder, dönüşünü bekler. Bir başkası, Allah'a kul olanın hatasını görür görmez onu cezalandırmaya kalkamaz, sırlarını yağmalayamaz. O zaman kendini Allah'ın önüne koymuş olur. [Bakınız, Hucûrat, 1]
Allah, kulunun ayıbını hemen yüzüne vurmaz, başkalarına ilan etmez. Bildiklerini hemen herkese her fırsatta söylemez. "Halîm" olarak bekler. "Tevvâb" olarak, dönmesi için mühlet verir. "Settâr" olarak kusurlarını gizler. Bir başkası araya girip, Allah'ın gizlediğini açığa vurma hakkına sahip değildir. Bir başka kul, acele edip "Allah'ın kulu"nun o kusurdan asla dönmeyeceğini varsayarak, Allah'ın kulunu o kusura indirgeyemez. Bir başkası, iyilikleri de olan, hatadan dönmesi de iyilik sayılan "Allah'ın kulu"nu hep kötülükten ibaretmiş gibi etiketleyemez. Bir başkası, Allah'ın hatasından dönmesi için beklediği, kusurlarını gizlemek için sustuğu kulunun hatırını hiçe sayıp, o kula ceza kesemez, konuşmaya kalkamaz. O zaman da kendini Allah'ın ve Resûl'ünün önüne koymuş olur [Yine bakınız, Hucûrat, 1]
Allah, kulunun hatalarını affedeceğini beyan eder. Hem de severek affeder. Affettiği için sitem bile etmez kuluna. Affettiğini hatırlatmaz bile kuluna. Bağışladığına, bağışladığını bile unutturacak denli nezaket ve anlayış sahibidir O. Hem de O, kulunun kusurunu bilmesiyle yaşadığı mahcubiyeti, kusursuzlukla kapılabileceği gururdan daha sevimli bulur. Hem de O, kulunun pişmanlığıyla döktüğü gözyaşını günahsızlığı sebebiyle kendini beğenmesinden daha makbul bilir.
Allah'ın kusurunu af ve bağışı için vesile eylediği kulunu kimse, affedilmez ve iflah olmaz ilan edemez. Allah'ın hatasıyla da sevdiği, hatta (tövbesine vesile olduğu için) hatası için sevdiği kulunu hiç kimse sevimsiz bulamaz. Yoksa, kendini Allah'ın Resûl'ünün önüne koymuş olur. [Daha dikkatlice bakınız, Hucûrat, 1]
Allah, mü'min kulunu dokunulmaz ilan etmiştir. [İnanmıyorsanız bir daha okuyun: Münafikûn'un 8. Ayetini: "İzzet, Allah'a, Resûl'üne ve mü'minlere aittir."] Mü'min olmak şerefli olmak için yetiyor. Ek bir şart koymuyor Rabbimiz. Onurumuz Allah'a ve Resûl'üne göre yaşama çabasından besleniyor demek ki.. Allah'ın ve O'nun elçisinin garantörlüğü altındaymış mü'minin olarak dokunulmazlığımız. Allah'ın dokunulmaz kıldığına dokunan yanar! [Bir de Hucûrat 2'ye bakalım: "...yoksa yapıp ettikleriniz boşa gider, sevaplarınız yanar!]
Bir insanın, gıyabında da onurunun korunduğu, olmadığı yerde de saygı gördüğü, işitmediği kapı arkalarında da hatırının sayıldığı biricik medeniyetin mensupları olarak, gıybetsizliğe davet ediyorum sizi. Gıybet Gönülsüzlüğüne... Etlerimiz gibi sözlerimiz de "İslamî usulle kesilmiş" olsun istemez miyiz? İçkinin olduğu kadar gıybetin de "damlasını ağzıma değdirmedim" diyebilmeyi istemez miyiz? SENAİ DEMİRCİ
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...